Çözüm: Haz eksenli tüketimi bırakıp sünnet ölçülerine dönmek
Tükettiğimiz gıdalar ne kadar sağlıklı, hiç düşündük mü? Çoğumuz sağlıklı olup olmadığını sorgulamadan marketlerde sepetleri dolduruyoruz. Oysa raflardan aldığımız her gıdanın kendi vücudumuza attığımız zehirli bir bomba olduğunun farkında mıyız? Bunun için ne yapmalıyız? Ne yemeliyiz, ne yememeliyiz? Sağlık ve Gıda Hareketi Genel Başkanı Kemal Özer bizlere bu konuda uyarıyor.
Mehtap Yıldırım / Bizim Aile
Gıda sektörünün ve tüketimin gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şu an insanlar ihtiyaç olup olmadığına bakmaksızın, reklâmların etkisiyle haz eksenli yaşıyorlar. İhtiyaç ekonomisinden lükse yönelen bir gidişatın içindeyiz. Ve bu gidişatın sağlıklı olup olmadığını kimse sorgulamıyor. Son 50–60 yıl içerisinde örneğin kanser hastalığı, hepatit B hastalığı birkaç bin kez artmış. Bütün bunlar, gıdaların sağlıklı ya da sağlıksız olduğuna bakmaksızın tüketilmesinden kaynaklanmaktadır.
Bu durumun insan ömrünü kısaltan bir fonksiyon olduğunu söyleyebilir miyiz?
Esasında uzmanlar son yıllarda “insan ömrü uzadı” diyorlar. Bu yalan. 20–30 yıl önce taşrada insanlar 120 yıl yaşıyordu. Şimdi 70 yıl yaşamayı maharet sayıyorlar. Burada insan ömrünün uzunluğu kadar veriminin de konuşulması gerekir. İnsan ömrünün önemli bir kısmı verimsiz geçiyor. Şu an her yedi kişiden biri ömrünü hastanede geçiriyor. Türkiye'de yaşam kalitesi son derece düşük. Uzmanlara göre (70 yılı baz alırsak) uzun, ama sağlıksız ve verimsiz bir yaşam.
İnsan, yediği gıdalara çok dikkat etse, eğer eceli de gelmemiş ise ortalama kaç yıl yaşamaya müsait bir fizyolojidedir?
İnsan yaradılış itibarıyla bin yıl yaşayabilir. Vücut buna kodlu. Biz bunu Kur'an-ı Kerim'de görüyoruz. Mesela Hz. Nuh (as) 950 yıl yaşamış. Demek ki insan bu fizyolojiyle çok uzun bir ömür yaşayabilir. Bizler Hz. Nuh'un (as) 10/1'i bir süreyi bile sağlıklı geçiremiyoruz.
Bunun bazı nedenleri var;
1801 yılında ilk kez bugünkü rafine şeker üretildi. Şu an tümüyle şeker hayatımızın en vazgeçilmez gıdası hâline getirilmiş durumunda. Birçok hastalığın sebebi de şekerdir. İnsan vücudunun şekere ihtiyacı vardır fakat bu ihtiyacını tüm meyve ve sebzelerden giderebilir. Sarımsak yeseniz bile şeker ihtiyacınızı karşılıyorsunuz. Soğan yeseniz bile şeker ihtiyacınızı karşılıyorsunuz. Ama biz rafine/sağlıksız gıdalar tüketerek savunma sistemimizi zayıflatıyoruz. Savunma sisteminizi zayıflattığınız andan itibaren her türlü hastalığa açık hâle geliyorsunuz. Obezitenin ana nedeni şekerli ürün tüketmektir. Çünkü şeker size sürekli açlık hissi uyandırıyor. Sürekli tüketmek istiyorsunuz. Eskiden insanlar pekmez yerlerdi. Şeker çıkınca pekmez ortadan kayboldu. Eskiden insanlar bal yiyorlardı, şimdiki ballar şekerden üretiliyor. Eskiden insanlar kimyasal ilaçlara tâbi tutulmamış doğal sebze meyve yiyorlardı. Şimdi kimyasal ilaca tâbi tutulmamış doğal gıda bulmak neredeyse imkânsız. Eskiden insanlar yürürdü, şimdi bir durak sonra için bile taşıma araçlarına biniyorlar. Sağlıklı bir yaşam için vücudun gerek duyduğu hiçbir şey yerine getirilmiyor. Bu da demek oluyor ki, önümüzdeki zaman içerisinde insan ömrü uzamayacak, bu gidişle daha da kısalacak.
Gıdalardaki katkı maddeleri nasıl ortaya çıkmıştır? Sağlığımıza zarar vermesine rağmen neden her gıdada kullanılır hâle gelmiştir?
1800'lü yıllar gıda katkı maddelerinin keşif yıllarıdır. 1900'lü yıllarda hayatımıza girmeye başlar. Biz 1900'lü yıllardan önceki döneme tabî dönem diyebiliriz. Endüstriyelleşme yok, gıdalar tabî şekliyle üretilip tüketiliyor ve sağlık sorunu diye bir şey yok. Çünkü tüketime uygun bir üretim söz konusu. 1900'lü yıllardan sonra gıda katkı maddelerinin hayatımıza girmesiyle bir endüstriyel dönem başlıyor. Bu dönem insan sağlığının da bozulduğu, tahrip edildiği bir dönem. Yani fıtratın da ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir dönem. Bu döneme de genetik dönem demek lazım. Muhtemeldir ki önümüzdeki yüzyıl nano gıda dönemi olacak. Ve insanlar tablet halinde gıdalar tüketecekler. Mutfaklar, lokantalar, kantinler ortadan kalkacak. Bunun ne kadar sağlıklı olacağı tartışılır ama geçmiş okumalar insan nesli için gelecekte bir felâket olacağını gösteriyor. Bu felaket gıda yoluyla olacak. Yani gıda bir silahtır. İyiyi kötü, kötüyü iyi yansıtıyor. Batının gıdayı, sadece Müslümanlara değil, bütün insan nesli için bir silah olarak kullandığını görüyoruz.
Son kitabınız olan “Deccal Tabakta” eserinizle anlatmak istediğiniz bu mu? Yani bahsi geçen “deccal” zararlı gıdalar mı?
“Deccal şudur ve ya zararlı gıdalardır” şeklinde bir iddiamız yok ama yorumu okuyucuya bırakıyoruz. Konuya dikkat çekmek için öyle bir başlık kullandık. İnsanları sistemi sorgulamaya itiyoruz. Ortada deccalî bir güç var. Bu deccâlî güç, iyiyi kötü kötüyü iyi gösteriyor. Gerçekleri perdeledikleri için gerçeği görmemiz de güçleşiyor. Bunun için, kitap bu perdeyi kaldırmaya çalışıyor. Kitabın ana fikri bu. Bu kitabımızda farklı bir üslupla işin siyasî boyutunu, dinî boyutunu, sosyal boyutunu, çevre boyutunu, sağlık boyutunu ve sosyolojik boyutunu ortaya koymaya çalıştık. Bir bilimsellik iddiası yok ve bu amaçla yapılmış bir çalışma da değil. Sadece toplumun göz ardı ettiği problemler hususunda insanları uyarıyoruz.
Yani karşımızda “deccal” kadar tehlikeli bir güç var öyle mi?
Gıdalar üzerinden insanları etki altına alarak devletleri yıkmaya, tahrip etmeye çalışan bir güç var. Bu gün yeterli teknoloji, bilgi, iletişim, gibi unsurlar olmasına rağmen neden verimli çalışamıyoruz? Neden olmamız gerektiğinden daha az zekîyiz? Neden yeni bir şeyler üretmekte zorlanıyoruz? Neden çok çalışkan değiliz? Onlara göre insanlar sağlıksız olmalı, düşünce melekeleri zayıf olmalı, genleri bozuk olmalı. İnsan nesli ne kadar bozulursa genler yoluyla gelecek nesillere iletilen hastalıkların sayısı da o kadar fazla olur. Gıda sektörüne hâkim olanlar aynı zamanda ilaç sektörüne de hâkimdir. Bunlar aynı zamanda silah sanayinin sahipleri. Bu sektörün sahipleri sürekli tüketimi körüklemeleri lazım. Buna karşın sürekli sağlıksız insanlar olması lazım ve sürekli ilaç tüketen insanlar olması lazım. Yani sağlığımızı bir yandan bozuyorlar, diğer yandan tamir edermiş gibi davranarak bundan rant elde ediyorlar. Bize karşı da güya iyilik yaptıklarını yansıtmaya çalışıyorlar. Bu ortadoks eğitim dediğimiz Batı menşeli tıp ve gıda eğitimi bize sürekli yeni tedavi ve ilaçlar sunarak bizi onlara inandırmaya ve gerçeklerin üstünü örtmeye çalışıyor.
Bu güç karşısında bizim kendimizi nasıl savunmamız gerekir?
Bizim 1800'den önceki tabî döneme dönmemiz gerekiyor. Pekmezi yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Yoğurt yapmayı yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Raflardan satın aldığımız tuzlar fonksiyonlarını kaybediyor. Bize faydadan çok zarar sağlıyor. Kaya tuzuna yönelmemiz gerekiyor. Bu da bir insan için günlük 5 gr yeterlidir. Mesela raflarda satılan ürünlerde, ürünün ömrünü uzatması ve ucuz olduğu için ağırlık meydana getirmesi için bol miktarda tuz kullanılıyor. Çikolatalarda, cipslerde vs… Bizim, insanları kaya tuzu kullanma konusunda bilinçlendirmemiz lazım. Beyaz un hastalığından kurtulup tam buğday ununa geri dönmemiz lazım. Pirinci unutup bulgura dönmemiz lazım. Kışın domates yemeyi unutup yalnızca Temmuz-Kasım ayları arasında domates salatalık yememiz lazım. Kışın portakal, mandalina, yazın üzüm, kavun-karpuz yememiz lazım. Yani her şeyi mevsiminde tüketmemiz gerekiyor. Biz kendi coğrafyamızın ürünlerini tüketmeliyiz. İnsanın fizyolojisi kendi çevre koşullarına göre şekil alır. Bunun için biz, kendi etrafımızda yetişen ürünleri tüketmeliyiz. Geçtiğimiz yıl 15 milyar dolar ilaç tüketmişiz. Bu 15 milyar doları sağlıklı gıdalara harcamış olsak hem sağlıklı yaşayacağız, hem de bu belalardan kurtulmuş olacağız. Türkiye ilacı dışardan aldığı için, devlet olarak büyük bir bütçe dışarıya ödeniyor. Devlet de bu parayı halktan alıyor. Yani biz kendi kendimizi hastalandırıp, maddi-manevî zarar sokuyoruz.
Bir gıdanın sağlıklı olup olmadığını nasıl anlarız?
Ürün kurtluysa, şekli bozuksa, görseli zayıfsa o ürün sağlıklıdır. Kurtlar hangi ürüne yöneliyorsa biz de ona yönelmeliyiz. Kurt o üründe kimyasal madde olmadığını bilir ve ona gider. Kurt kadar aklımızı kullanıp, biz de sağlıklı beslenmeliyiz. Çünkü kurt bir laboratuar gibi test ediyor, inceliyor eğer o üründe kimyasal varsa ondan uzak duruyor. Biz ise tam tersini yapıyoruz, nerede şekli düzgün, görseli iyi, ambalajı albenili ürün varsa ona yöneliyoruz. İman ettiğimiz kitap sık sık “Akledin, akletmez misiniz?” demiyor mu? Biz de akletmeyip bu kimyasallı ürünlere yöneliyoruz, sonra da sağlık sorunları yaşıyoruz.
İçinde katkı maddesi bulunan, kimyasallı ürünlerin insan karakterine de etkisi var mıdır?
Peygamber Efendimiz (asm) yediğimiz besinlerin bizim ruh ve bedenimizi şekillendirdiğini söyler. Eğer ruh ve beden bizi oluşturan iki unsursa, bizim kişiliğimizi de etkiler demektir. Bu yüzden de daha problemli insanlar ortaya çıkıyor. Hem bedenen, hem ruhen problemli insanların oluşturduğu bir dünyada huzurdan söz edemezsiniz. O zaman sosyolojik bir sorun ortaya çıkıyor.
Beslendiğimiz gıdaların genetik özellikleri bize geçtiği için yediklerimize çok dikkat etmeliyiz. Biz haram edilen şeyleri helallere karıştırmamız dolayısıyla helalleri de harama çeviriyoruz. Bizim ıslaha ilk mideden başlamamız gerekiyor. Midemizi ıslah edersek, ruhumuzu da vücudumuzu da, hayatımızı da ıslah etmiş oluruz. Bu da hem dünya, hem de ahiretimiz için lehimizedir.
Her alanda olduğu gibi beslenmede de sünnete riayetin önemi gün geçtikçe daha da iyi anlaşılıyor. Bundan da biraz bahseder misiniz?
Tıbb-ı Nebevî denilen Peygamber Efendimizin (asm) tüketim modeline uyarsak ne bir doktora ihtiyacımız olur, ne de ilaca, ne de ilerde çoluk çocuğumuza yük oluruz. Yaşlıların yatalak hale gelmeleri bir süre sonra çocuklarında bezginliğe yol açıyor. Hatta öyle hale geliyor ki annesinin babasının ölmesini istiyor. İnsan annesinin babasının ölmesini ister mi?
Çözüm; kapitalist sistemin bize dayattığı gösteriş ve haz eksenli tüketimi bırakıp sünnet ölçülerine göre tüketime geri dönmeliyiz. Su içmenin bir âdâbı var. Mesela ayakta su içmemeliyiz. Sünnete göre oturarak su içmenin sebebini şimdi anlıyoruz. Ayakta su içtiğimiz zaman mideden transit geçip on iki parmak bağırsağına iniyor su ve bağırsağa zarar veriyor. Hâlbuki oturarak içtiğimizde midede hazmedilerek gönderiliyor. Besmele ile başlayıp hamd ile bitirmekle o nimeti yaratan ve bize bahşeden Allaha şükretmiş ve şeytanı o nimetten uzaklaştırmış oluyoruz.
Peygamber Efendimiz s.a.v. yemeği sıcak değil de ılıyınca yememizi tavsiye ediyor. Nedenini araştırdığımızda sıcak yemek gırtlak kanserine neden oluyor. Acil ve hızlı yemek de öyle. Baktığımız zaman dinden haberi olmayan Batılı ama insaflı insanların sünnete uygun bir tarzda yaşadıklarını görüyoruz. Onların bunu araştırıp öğrenmeleri yüz yıllar sürüyor, ama Peygamberimiz (asm) bize hepsini öğretmiş. Bize çok büyük bir miras bırakmış. Onun için hem O'nun bu mirasına sahip çıkmalıyız, hem de sağlıklı yaşamalıyız. Eskiden yerde yerdik. Şimdi masalarda yiyoruz. Ve çoğu zaman da ayaküstü aparatif besleniyoruz. Neden yerde yemenin gerekçelerini incelemeli insanlar. Araştırmacı olmalı. Neden tuzla başlayıp tuzla bitirmenin sünnet olduğunu, neden yemekten önce ve sonra elimizi ağzımızı yıkamanın, neden misvak kullanmamız gerektiğini araştırıp öğrenmeli ve çocuklarına da öğretmeli. Mesela ben kasten sokakta misvak kullanıyorum. “Bu adam ne yapıyor?” diye merak uyandırır düşüncesiyle. Çünkü ben diş macunu kullanmıyorum. Macunlar başlı başına birer kimyasal depo. İnsanın bütün bedeni gıda emmeye müsaittir. El, yüz, vücut kremleri, şampuanlar, kozmetik ürünler… Sürdüğünüz krem deri vasıtasıyla emiliyor, kana gidiyor.
Kimyasallar kanınıza karışıyor. Kozmetikler deriye işliyor, deriden içeriye çekiliyor. Temas eden her şeyi vücut içeri çekiyor. Tenimize temas eden her şey içimize çekiliyor, sağlığımızı etkiliyor. Giydiğimiz kıyafetlerdeki gözle göremediğimiz deterjan kalıntılarına kadar her şey. Bu yüzden biz arınmak için kimyasallı olan her şeyi terk etmemiz gerekiyor. Diş macunu kullanmadığımın sebebi de budur. Diş fırçası ve diş macunu aracılığıyla diş macunu içerisindeki florür, yani dünyanın en zehirli gazlarından biri içimize karışıyor. Florür düşünce melekelerini yok ediyor. Sinir sistemini alt üst ediyor. O yüzden diş macunlarına ekleniyor. Mutlak suretle uzak durulması gereken bir kimyasaldır. Bu zehirli kimyasalları tatlı göstermek için, içine bol miktarda kanserojen tatlandırıcı ekliyorlar. Mesela dün ben bir sakıza baktım, beş tür tatlandırıcı var. Bir başka sakızda yedi tür tatlandırıcı var. Bütün bunlar bu diş macunları ve sakızlar aracılığıyla bedenlerimize çekiliyor. Bedenlerimizin de bir isyan hattı, bir dayanma hattı var. Ve bu beden bize Allah'ın bir emaneti. Emanete sahip çıkamamanın, emanete ihanet etmenin de faturasını bizler hem dünyada, hem ahirette çekeceğiz. “Hastalandım, günahlarım hafifledi” diye kimse kendini avutmasın. O hastalığın sebebi sorulacak bizden.
Raflardan satın aldığımız her ürünün sağlığımıza atılan bir misket bombası olduğunu unutmamak gerekir. İsrail tarafından Gazze'ye atılan bombaların bin mislini her gün kendi isteğimizle midemize atıyoruz. Allah vücudumuza öyle güçlü bir savunma mekanizması vermiş ki biz üzerine gittikçe o mücadele ediyor. Ama onun da bir dayanma gücü var. Kendi kendimize yaptığımız düşmanlığı bize tüm dünya toplansa yapamaz.
Bizim Aile Dergisi
Eylül 2010
Yorum Yap